İlim Adamı ve Yazar Durmuş Hocaoğlu anısına
…Bu gök kubbe altında ezeliyyet muhâl olduğu gibi, ebediyyet dahi muhâldir, her şeyin bir bidâeyeti vardır, bir de nihâyeti; her başlayan biter, her doğan ölür… Evet, artık ayrılık vakti geldi; yavaş yavaş toparlanayım. Allaha ısmarladık dostlar, gönülden ve sıcak bir Allaha ısmarladık; vakit hitama erdi, daha fazla durulmaz gayri, yolcu yolunda gerek. Hakkınız helâl ediniz; Allah sizinle olsun (veda yazısından)
Doğrudan laikliği
konu edinen bir çalışma, gündelik politikada çok fazla kullanılan bir malzeme
haline getirilmiş olması dolaysıyla, bidayetinden beri pek fazla düşündüğüm bir
husus olmamıştır. Böyle bir araştırmaya yönelmem, daha farklı ve başka bir motivasyondan,
laiklik konusunun ilk bakışta görülmeyen temellerine, buz-dağının su altında
kalan kısmına duyulan ilgiden ileri gelmektedir: Birbiriyle yakın bir irtibat
içerisinde olan ve bir bütünlük oluşturan “dünyevilik” ve “dünya hakimiyeti”
kavramları.
Felsefe yüksek
lisan tez çalışmam esnasında en kuvvetli bir şekilde dikkatimi çeken hususlar,
Descartes ve Bacon tarafından felsefi olarak temellendirilmeye çalışılan “dünyevileşme”
ve “dünya hakimiyeti” ideleri olmuştur. Ancak bilhassa Descartes’in konuyu ele
alışı, felsefi derinlik bakımından rakipsizdi: O, öncelikle, “dünyanın meşrulaştırılması”na
çalışmaktaydı. Bunu metafiziksel bir kalkış noktası üzerine temellendirilen
filozof bundan sonra, felsefesini, “dünyanın monizminin sağlanması”na ve en
sonra da bunlara dayanan bir “dünya hakimiyeti” idesine yönelmekte idi. Bu kavram,
bizim kültürümüzde aşina olduğumuz “siyasi” anlamdaki dünya hakimiyetinden
kökten farklı, “insan-eşya münasebetleri” çerçevesinde şekillenen “eşyaya hâkim
olma” anlamındaki ve “kozmik dünya hakimiyeti” olarak da isimlendirilebilecek
olan bir kavramdır.
İlk ve kaba
bir bakışla, saf ve soyut bir felsefi problem alanı gibi görünen bu hususların,
içine nüfuz edilmeye başlandığında, çok geçmeden, bütün Batı medeniyetinin
arka-planını besleyen şah damarı olduğu ortaya çıkmaya başlamaktaydı. Varmış olduğum
sonuç, Batı’nın dünyada çok aşikâr olan siyasi, kültürel, iktisadi
hakimiyetinin, yani “sosyal dünya hâkimiyetinin buradan kaynaklandığı
şeklinde olmuştur. Kısaca ifade edilirse, eşyaya hâkim olan, insanlara da hâkim
olmaktadır; yani, sosyal dünya hakimiyeti, kozmik dünya hakimiyetinin tabii
bir neticesi olmaktadır.
Bunun akabinde başladığım doktora
çalışmasında bunu tamamlayan, teyid ve tekid eden başka bir hususla karşılaştım.
Doktora tezim, özel bir problem alanı olarak kozmoloji üzerine yoğunlaşmış
bulunmaktaydı ve biraz da alanı aşırı genişleyen konum yüzünden, hem İslam-öncesi
Türk Kozmolojisi ve hem de İslam Kozmolojisi üzerine eğilmekliğim icap
etmekteydi. İşte burada, bütün Şark-İslam dünyasında zamanla bir yara haline
dönüşmüş ve başkalarından naklen öğrendiğimi bir husus ile çok derinden ve
yüz-yüze karşılaştım. Çok büyük bir kısmını tez içine dahil etmediğim bu husus,
özetle şudur: Tarafımızdan “Fenomenal İslam” olarak isimlendirilen, yaşanan ve
uygulanan, gelenekler ve görenekler ile intikal eden, tarihi bir nitelik
kazanan ve “bizzat İslam” olarak kabul edilen İslam anlayışları ile yine tarafımızdan
“Numenal İslam” olarak isimlendirilen, asıl, orijinal, kaynak İslam, yani “Kur’an”
arasında bazı farklılıklar ve kırılmalar göze çarpmaktadır. Bu farklılaşmalar ve
kırılmalar, zamana, mekâna ve toplumların özgüllüklerine bağlı ve bağımlı olarak,
önemli boyutlara varabilmektedir. Böylece, birtek, “tekil ve homojen bir İslam”
yerine, “çoğul ve non-homojen bir İslamlar kümesi” ile karşılaşılmaktadır. Benim dikkat nazarımı, bu tez çalışması
esnasında, hassaten kozmolojiye müteallık olanlar celbetmişti ve sözünü etmiş
olduğum bu çoğul Fenomenal İslam kümesinde de, Numenal İslam olan Kur’an’a
göre, zaman-zaman hayli büyük olabilen, farklılaşmalar ve kırılmalar çok açık
bir şekilde görülebilmekteydi. Bu farklılaşma ve kırılmalar, ele aldığım konu
açısından, doğrudan-doğruya ve tam anlamıyla “dünyadan kaçış” olarak
isimlendirilebilecek bir nitelikte idiler. Numenal İslam’da, yani Kur’an’da
dünya, salt mücerret bir varlık alanı, insansız olarak ele alındığında, yani
dıştan, eşyasıyla meşru ve kutlu, “temiz” bir varlık alanı olup, sadece,
insanın onunla ilgisi açısından “kirli” olabilme istidadı taşımakta olduğu
belirtilmesine karşılık, Fenomenal İslam, dünyanın kirli yanını ön-plana çıkarmakta
o kadar ileri gitmekte ve sınırı o kadar geçmekteydi ki, onun temiz ve meşru
yanı adeta gözden kaybolmakta, dünya hem içten ve hem de dıştan kirli ve müstekreh
bir konuma düşürülmekte ve bu da Müslümanların dünyaya olan mesafelerini aşırı
bir halde çıkarmaktaydı. Bunun sonucu olarak, dünya ve ona müteallık, yani “dünyevi”
olan hemen her şey, neredeyse, bütün-bütüne cazibesini kaybediyor ve
bütün-bütüne itici bir hale geliyordu. Bu anlayış, “bu-dünya”nın, Müslümanların,
ölüm saatlerini beklerken vakit doldurdukları lüzumsuz bir yer” gibi
algılanması sonucu hasıl etmekten başka bir işe yaramayacaktır ve Kur’anı Mesaj
ile çelişmektedir. Yine bu anlayış, İslam dünyasındaki çöküşün en birincil
amillerinden birisi olmak durumundadır. Nitekim, Modernite’nin niçin Şark’da
değil de Garp’da çıktığı tahkik edilirken, bu husus, ciddi bir problem alanı olarak
kendisini ortaya koymaktadır. İslam dünyası sırtını bu-dünyaya döndüğü için
bu-dünya da sırtını ona dönmüştür. Mesele, çok kısaca, bundan ibarettir.
Laiklik (ve
bizde hemen-hemen hiç bilinmeyen Sekülerlik), bu noktada, günümüzde çok tartışılan
basit ve anlamsız içeriğini kaybetmekte ve, son derece ciddi ve soylu kavramlar
olarak ortaya çıkmaktadır. Birbiriyle çok yakın bağlantıları olan bu iki
kavramın, dikkatli ve ön-yargısız, komplekssiz, ideolojik gözlüklerden bakmayan
bir nazarla bakıldığında, Batı’nın, kendi şartları çerçevesinde dünya
hakimiyeti ve dünyevileşme problemlerini çözme usullerinden başkası olmadıkları
görülmezlik edemeyecektir. Yani, Laiklik ve Sekülerlik, esas olarak bir “dünyevileşme
problemi çözme yöntemi”dir.
İmdi, Kilise
doktrini dünyayı tam anlamıyla tahkir etmektedir; dini bütün bir Hristiyan
için, hem dünya hem de uhra, birlikte ve aynı derecede sahip olunabilir değildir.
Bu, Batı’yı bir ikilemde bırakmış ve Batılılar, dünya ile aralarına çekilen
Kilise doktrininin kara-kara, kalın-kalın duvarlarını, bu ikisiyle aşarak dünyevileşmişler,
dinin dünyevi yetkilerini iptal etmişler ve onu kişilerin öznel dünyalarına,
vicdanlarına inhisar ettirmişlerdir. Bunlardan Laiklik, Latin kökenli Katolik
ülkelerinde, Sekülerlik ise daha ziyade German/Anglo-Sakson kökenli Protestan
ülkelerinde vücut bulmuş olan Batılı dünyevileşmelerdir. Din’in dünyevi
hükümranlık (regnum) gücünü iptal etmek bakımından ikisi de eş-değer sayılabilir.
Fakat, Laisizm, Laiklik ’in ideolojileştirilmiş halidir ve dine karşı
tepkisinde aşırı gitmiş, karşı çıktığı Katolisizm kadar sertleşmiş, din
hakkında daima kuşkulu ve saldırgan olmuştur. Buna karşılık, Sekülerizm, bizzat
dinin yumuşatılması demek olan Reformasyon’un bir sonucu olması hasebiyle dine
karşı daha bir toleranslı, din ile daha bir barışıktır; hatta, alanları ayrı
olmakla beraber, onunla dost dahi olabilmektedir. Laisizm din’i kamu
yönetiminden bütün olarak tasfiye etmeyi hedeflerken bazan çok da ileri gidebilmekte,
dini, “bütünüyle kişisel”, yani “bütünüyle a-sosyal” bir hale getirmeye
çalışmaktadır; halbuki, Sekülerizm, bir anlamda, devlet ile dinin karşılıklı
bir mutabakatına dayanmakta, din’i her an saldırıya geçebilecek mutasavver bir
düşman gibi telakki etmektedir ve, hatta bir çok yerde, din ile, sembolik
mahiyette de olsa iç-içe olabilmektedir.