Osmanlı Devleti'nin Toplumsal Yapısı

 

TOPLUMSAL YAPI 

Osmanlı İmparatorluğu feodal değildi; devletin niteliği, sınıf yapısının belirlenmesinde ve toplumsal üretimdeki rolü, savunduğu düzen ve bu düzeni taşıyan hukuk ve üretim ilişkilerine yansıdığı biçimiyle sınıf yapısının kendisi, Avrupa feodalizmi diye bildiğimiz pre-kapitalist düzenden temelli farklar gösteriyordu. 

Anadolu’nun fethi sırasında Osmanlı toplum yapısı, güçlü askeri ailelerin yönetim altında vasal beylikler kurulmasına müsaitti. Nitekim Osmanlı beyleri ile Bizans vilayetlerinde benzer konumlardaki aileler arasında yapılan evlilikler, yerleşik nüfusla sentezin hangi boyutlarda gerçekleştiğini somut olarak gösteriyor. 15. Yüzyılın ortalarında Anadolu’nun İslamlaşması askeri fetihten çok benzer sosyal tabakalar arasındaki “evlilikler” yoluyla gerçekleşeceğine benziyordu. İstanbul’un alınmasına kadar, iktidardaki Osmanlı hanedanı bu yeni Bizans-Türkiye eşrafına karşı çıkacak gücü bulamadı. Bizans sarayı, varlığını biçimsel olarak sürdürdüğü son iki yüzyılda taşradaki iktidarını gitgide paylaşmaya çaresiz seyirci kalmıştı. Zengin toprak sahipleri, taşra hanedanları, manastırlar ve şehirler birer birer merkezin hakimiyetinden kurtulurken köylülüğün mahalli senyörlere bağımlılığı gitgide artmıştır. Kuşkusuz, Bizans köylüsünün bağımsızlığı feodal serfe göre daha fazlaydı; ama feodalleşmenin başlangıçları görülür gibiydi. İktidarın Osmanlı hanedanının elinde toparlanması bu gelişmeye son verdi ve aynı zamanda Avrupa anlamında bir aristokrasinin evrimini durdurdu[1]. 

Osmanlı toprak mevzuatının hangi modele dayandığını görmek için Bizans tarihinin daha gerilerine, belki de Heraklios- sonrası dönemden kalma Toprak Kanunu’na kadar uzanmak gerekir. Heraklios döneminde tarımdaki bağımsız üreticilerin sayısının artmasından sonra, bu tabakanın toplumsal yapısının temelini oluşturduğunun farkına varılmasıyla Toprak Kanunu çıkarılmıştı. Bu kanunla köylünün toprağının ve diğer mülklerinin korunması amaçlanıyor, köy vergi yükümlülüğü olan bir toplu birim olarak tanımlanarak vergi mükellefiyeti ile toprak sahipliği arasındaki bire bir ilişkinin altı çiziliyordu. Bizans tarihinin sonraki dönemlerinde Toprak Kanunu ideal bir model olarak kalırken, tarımdaki mevcut yapı gitgide bu modelden uzaklaştı. 10. Yüzyılda Toprak Kanunu’na ilişkin yaptırımların güçlendirilmesi yoluyla bağımsız köylülüğün içinde bulunduğu gerileme durdurulmak istendiyse de, bu girişimler başarısız kaldı. 11. Yüzyıldan sonra, otoritenin bölünmesi ve köylülüğünün bağımlı bir statüye sokulması bir araya gelerek imparatorluğun temelini çökertti. Ancak üç yüzyıl kadar sonraki Osmanlı merkezileşmesiyle Bizans’ın klasik tarımsal yapısı ana hatlarıyla yeniden kurularak Toprak Kanunu’ndaki ideale yaklaşıldı[2]. 

Tarımsal yapıyla ilgili mevzuatı, yeni Osmanlı Devleti’nin ilgilendiği ilk şeyin bağımsız köylülüğün iktisadi tabanının yeniden kurulması olduğunu açıkça gösterir. Bütün topraklar yeniden devlet mülkiyetine alındı; Bizans İmparatorluğu’nda da bütün toprağın şeklen devlete ait olması nedeniyle, bu tasarruf hiçbir hukuki sorun çıkarmadı. Bütün angaryalar kaldırıldı ve eski vergilerin ve mükellefiyetlerin yerini tek bir vergi aldı. Aynı zamanda bir çift öküzün çift sürme kapasitesine göre hesaplanan (yaklaşık 60 dönüm) bir arazi ölçü birimi tesis edilerek bunun bir köylü ailesinin vazgeçilmez tasarrufunda olduğu kabul edildi. Hukuken bütün topraklar devlete ait olduğunda, merkezi otorite bağımsız köylü fertlerinin tasarrufundaki bu arazi birimlerine dayalı bir toprak rejiminin ebediyen devamını gerçekleştirebilirdi[3]. 

Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik kurumsal yapısı, az çok birbirine yakın büyüklükte toprakları elinde tutan ve merkezden atanan memurlara oransal vergi ödeyen bağımsız bir köylü kitlesinin varlığını öngörüyordu. Bu memurlar, ya vergiyi merkeze aktarırlar ya da bunun karşılığında merkeze çoğu zaman askeri-bazen de sivil nitelikte hizmetler verirlerdi. Bu memurların temel özelliği, statülerini miras yoluyla veya mahalli nüfuzlarına dayanarak değil, merkezi otorite tarafından tayin edilmiş olmaları dolayısıyla elde etmeleriydi. Teorik olarak 15. Yüzyıldan sonra sadece hanedan ailesi varlığını başkalarına borçlu olamayan bir statüye sahipti; bu statü padişaha güçlü kullarına servet bahşetme ve servetleri yok etme gücü veriyordu. Böylesi mutlak bir iktidarın kullanılabilmesi için çevrede güç odaklarının henüz dağarken boğulmasını sağlayacak etkin bir mekanizmanın gerektiği ortadadır. Müstakbel iktidar odakları ortadan kaldırılmaksızın klasik modelin sürekliliği sağlanamazdı; sarayın açısından, tebaaların fermanla yükseltilmedikleri sürece kontrol edilebilir bir durumda tutulmaları zorunluydu[4]. 

En çarpıcı biçimde toprak yapısında görülen bu kontrol mekanizması, zanaat ve ticaretin sıkı bir biçimde kurumsallaştırıldığı şehir ekonomisini de içine alıyordu. Ticaret ve zanaatlar üzerindeki kontrol mekanizmalarının şehir ve köy iktisadi şebekelerini birbirine bağlamayı amaçlayan düzenlemelerle birlikte, merkezden belirlenmiş bir iş bölümü yaratma teşebbüsünün ilk adımını oluşturduğundan, ülke içindeki iş bölümü daha etkin bir biçimde düzenlenebilir ve sürdürebilirdi. Aslında dış ticaretin denetimi, ekonominin kapalı sınırlar içinde politik olarak kontrol edilebilmesine olanak sağlıyordu[5]. 

Anadolu’nun fethine katılmış olan ailelerin elindeki geleneksel iktidar kalıntılarını ortadan kaldırmayı amaçlayan Osmanlıların merkezileştirme çabalarının İstanbul’un fethinden sonra başarıya ulaştığını söyleyebiliriz. Ama bunun üzerinden bir yüzyıl geçmeden, güçlü merkezi otoriteye dayanan bu düzen bozulacaktır. 

Siyasi düzenin kurulması ve bunun beraberinde getirdiği iktisadi istikrar, 16. Yüzyılda nüfusun hızla artmasına yol açmıştır. 1550’lerden sonra nüfus baskısının etkisiyle tahıl fiyatları artmaya başladı ve bu artış devlet memurlarının topladığı sabit parasal vergileri düşürdü. Topladıkları vergiler karşılığı askeri hizmet vermek zorunda olan bu memurlar mali baskının artması nedeniyle işlevlerini sürdüremediler. Bunların terk ettikleri topraklar, askeri görevlilerin ve taşra yönetimindeki nüfuzlu kişilerin eline geçti. Köylülük böylece, bir yandan askeri tecrübelerini eşkıyalıkta kullanan eski memurların, öte yandan da güçlü merkezin baskısı altında kaldı. Avrupa’daki fiyat devrimi Osmanlı İmparatorluğu’nu etkileyerek sonuçta tahıl ve koyun için yurt dışı talebin doğmasına yol açınca, tarımdaki yeni nüfuz sahipleri ticaretin getirdiği fırsatlardan yararlanmak için daha da güçlü teşebbüslerde bulundular. Ne var ki pek az durumda toprak sahipleri köylüleri toprakta tutup bir tür kiracılık düzenlenmesi çerçevesinde kendileri için çalışmaya zorlayabildi. Çoğu durumda köylüler yeni köylere göç edip oralarda yeni toprakları tarıma açtılar ve vergi ödeyerek bu toprakların tasarruf hakkını elde ettiler[6]. 

Tablo: 1 Toprak Dağılımı (Yüzyılın Başında) 

 

Aile Sayısı

Ailenin Toplum İçindeki Yüzdesi

Sahip Olunan

Toprak Yüzdesi

Derebeyi

(Hanedan)

10.000

          1

           39

Toprak Ağası

40.000

           4

            26

Orta ve Az

 

         

          

Topraklı Köylü

870.000

           87

            85

Topraksız Köylü

80.000

            8

              -

Kaynak: Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, s.112. 

Tablo 1’den görüldüğü üzere sahip olunan toprak yüzdesi olarak hanedan ve toprak ağaları %61’lik bir yüzdeye sahiptirler. Topraklı köylü ise %85’lik bir yüzdeye sahiptir. Ailenin toplum içindeki yüzdelerine baktığımızda ise hanedan ve toprak ağaları %5’lik bir yüzdeye sahiptirler. Topraklı ve topraksız köylü ise %85’lik kısmını oluşturmaktadır. 

Tablo: 2 Başlıca Tarım Ürünlerinin Ekilişi ve Üretimi (19. Yüzyılın Sonu 20. Yüzyılın Başı) 

Ürün Cinsi

Ekili Alan (Hektar)

Üretim (Ton)

Tahıllar

 

 

Buğday

2.653.000

3.862.000

Arpa

1.236.000

2.066.000

Mısır

297.000

527.000

Çavdar

169.000

229.000

Yulaf

100.000

176.000

Pirinç

23.000

30.200

Yumru Kökler

 

 

Soğan

28.000

100.000

Patates

14.000

59.500

Sarımsak

6.000

6.000

Pancar

5.120

25.600

Sanayi Bitkileri

 

 

Tütün

55.000

38.000

Pamuk

40.000

20.000

Afyon

36.000

900

Keten

8.000

8.900

Pancar

6.750

5.400

Sebzeler

 

 

Burçak

100.000

7.000

Nohut

41.000

37.100

Börülce

40.000

50.800

Mercimek

36.000

18.000

Fasulye

20.000

32.000

Kaynak: Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, s.113-114.

Tablo 2’den görüldüğü üzere verimin nispeten yüksek olmasına karşın nüfusunun %80’ninden fazlası kırsal alanda yaşayan, tarımla meşgul olan ülkenin kendi kentsel alanlarını, hatta komşu tarım bölgelerini besleyemez duruma gelmesi sonucu yaratmıştır. Nitekim başta İstanbul olmak üzere birçok büyük kentin gereksinimleri ithal tarım ürünleriyle sağlanabilmiştir. 

Osmanlı İmparatorluğu tarih boyunca büyük nüfus hareketlerine tanık olmuştur. Bunların temel nedeni, önce toprak kazançları, fethedilen ülke nüfuslarının imparatorluğa katılmasıdır. Duraklama ve çöküş döneminde ise tam tersi bir daralma söz konusudur. Aşağıda verilen Tablo 3’de Osmanlının 1885’teki nüfusunun vilayet ve sancaklara göre dağılımı vermiştir.

Tablo:3 Vilayet ve Sancaklara Göre Osmanlı Nüfusu (1885)

Vilayet ve Sancaklar

          Yıl: (1885)

Edirne

836.043

Erzurum

559.155

Aydın (İzmir)

1.408.387

Adana

384.365

İşkodra

87.372

Ankara

847.482

İzmit

195.659

Bağdat

197.756

Basra

8.853

Beyrut

568.014

Bitlis

276.998

Trablusgarp

-----

Akdeniz Adaları

364.374

Çatalca

58.822

Halep

787.714

Bursa

1.336.492

Diyarbakır

368.970

Zor Sancağı

34.250

Suriye

400.748

Selanik

990.009

Sivas

926.564

İstanbul Civarı

80.609

Trabzon

1.066.293

Kastamonu

949.116

Konya

944.009

Kosova

721.342

Kudüs

234.774

Elazığ

381.346

Manastır

664.399

Musul

18.611

Van

119.860

Yanya

516.467

İstanbul

873.565

 Kaynak: Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, s.108-109. 

Şimdide bu nüfusun cemaatlere göre dağılımını Tablo 4 üzerinde görmekte fayda vardır. 

Tablo: 4 Dini Cemaatlere Göre Osmanlı Nüfusu (1885) 

Cemaatler

 Yıl: 1885

Müslümanlar

12.585.950

Rum Ortodoks

2.329.776

Ermeni Gregoryen

988.887

Bulgar

818.962

Rum Katolik

-

Rum/Ermeni Katolik

150.166

Ermeni Katolik

-

Protestan

36.229

Latin

18.240

Yahudi

187.139

Marunî

-

Frenk

235.690

Toplam

17.375.225

 Kaynak: Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, s.109. 

Cemaatlere göre yapılmış yukarıdaki Tablo:4’de gayrimüslim oranının %30-35 dolayında oynadığını görmekteyiz. Bu pay imparatorluğun son yıllarına doğru hızla azalmıştır. Bunun nedeni Rumeli’deki toprakların kaybedilmesi ve ülkeye gelen göçlerdir. 

Ancak zayıflayan bir merkezi otorite, nüfuzlu bir toprak sahipleri tabakasının ortaya çıkmasına seyirci kalabilirdi. Nitekim aynı dönemdeki gelişmeler Osmanlı Devleti’nin gitgide artan mali krizini artmıştı. Bu mali kriz ise Osmanlı Devleti’ni uzak vilayetlerden gelen tehditler karşısında güçsüz kılmıştır. Her ne kadar, özellikle 16. Yüzyılda köylüden toplanan vergi devletin başlıca gelir kaynağı idiyse de başka gelir kaynakları da önem kazanmıştı. Bu gelirler Devletin coğrafi konumunu sağladığı avantajlardan ( kara ticaret yolları ) ve askeri yayılmacılığından elde ediliyordu. Ama ticaret yolları yön değiştirmeye başlayıp toprak genişlemesi durunca bu iki faktörün hazineye katkısı sona erdi. Ayrıca kısmen de olsa en küçük vergi toplayıcılarının ( sipahilerin) sağladığı askeri hizmete dayanan mali yapı süvarinin önemini azalmasıyla birlikte önemini kaybetti. Böylece sarayın tarım dışı vergi tabanı eridiği gibi toplayabildiği gelirler işlevsel olmaktan çıkıyordu. Öte yandan parasal harcamaları artmaktaydı. Ortaya çıkan mali kriz merkezin kırsal alanlardaki merkez-kaç eğilimi durdurabilecek zorlayıcı aygıtı harekete geçmesini önlüyordu. Vergi gelirlerini artırma girişimleri, tarımsal yapının dengesini daha da bozarak durumu ağırlaştırdı[7]. 

Merkezin güçlü kontrolü olmadığında, yerel memurlar iktisadi ve siyasi güçlerini ellerinde tutabildikleri vergi geliriyle doğru orantılı olarak artırabilirlerdi. 17. Yüzyılda Osmanlı sarayı yerel görevlilerin gücünün bu şekilde artmasını önleyerek üstünlüğünü yeniden kurmayı denedi. Ne var ki geliri artırma amacıyla düşünülmüş yeni vergi toplama projesi bu girişimde beklenin tam tersi bir sonuç verdi; vergi toplama karşılığında askeri hizmet sağlama biçimindeki klasik sistemin çökmesinden sonra, vergilerin gittikçe daha büyük bölümü iltizam yoluyla toplanır oldu. Mültezimlerin gördüğü işlev tıpkı Fransa’daki benzerleri gibiydi; en fazla miktarı devlete peşinen ödemeyi teklif edenler vergi toplama hakkını elde ederlerdi. Mültezimler vergi toplama hakkıyla yarı resmi bir konum elde ettiler. Böylece tarımsal artığın toplanmasına olanak sağlayan bir konum siyasi bir güce dönüştürebileceği tehlikeli bir statü yaratılmış oldu. 18. yüzyıl boyunca Osmanlı toprakları iltizam hiyerarşisini denetiminde tutan ayanın gittikçe artan hâkimiyeti altına girdi. Bu kişiler taşradaki merkezlerde devletin otoritesini temsil ederek tarımsal artığa el koydular. Kontrol ettikleri bölgelerde hem köylünün vergilerini topladılar hem de ticareti ellerinde tuttular. Ayan, şehir ekonomisini de yönetmeye girişince, nüfuzları kırsal kesimin sınırlarını aştı. 18. yüzyılın ikinci yarısında, taşra merkezlerinde ayan meclisleri Batı Avrupa’dakine benzer bir şehir aristokrasisi işlevini görmeye başladı. Bu meclisler ekonomiyi düzenleyen iç ticaret ve lonca ruhsatlarıyla ilgili kararları da vermeye başladı. Ayanın nüfuzuna gittikçe daha fazla boyun eğen merkezi hükümet, taşradaki örgütlenmeyi tanımak zorunda kaldı. 18. yüzyılda ayan, kendi memurlarının merkezi yönetimde daha yüksek mevkilere tayinini bile sağlayabiliyordu[8]. 

Ayanın sonunun başlangıcı, padişahın artık mutlak olmayan iktidarını, mahalli kudret sahipleriyle paylaşmayı resmen tanıdığını gösteren Sened-i İttifak’la (1808) geldi. Bu belgenin imzalanmasından sonraki 40 yıl içinde merkezi otorite ayanı siyasi düzeyde olduğu gibi iktisadi düzeyde de büyük ölçüde yenilgiye uğratmayı başardı.

19. yüzyıldaki yaygın inanca göre, mal ve para ticareti imparatorluğun gayrimüslim tebaasına özgü işlerdi. Rumların ticaretle, Ermenilerin ise borç vermekle uğraştığı bir iş bölümünün olduğu varsayılırdı. Sağlam istatistiksel veriler bulunmamasına rağmen bu izlenimin geçerliliğini gösterecek tarihsel nedenler üzerinde düşünebiliriz. 18. yüzyıl boyunca gerçekleşen bazı temel kurumsal yenilikler Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa devletleri arasında eşitsiz bir ilişki yapısı oluşturmuştu. Başlangıçta sarayın dış iktisadi ilişkiler üzerinde sıkı bir kontrol sürdürmesini sağlayarak uzun bir süre Osmanlı Devleti’nin amaçlarına hizmet eden kapitülasyon rejimi, 18. yüzyıla kadar mutlak iktidarın elinde bir araç olarak kalmıştır. Padişahlar, bu yolla yabancı devletlere tek taraflı ayrıcalıklar bağışlayabiliyorlardı. Teorik olarak bu ayrıcalıklar geri alınabiliyordu ve padişahın ölümü üzerine yeniden müzakere edilmesi gerekmeyen iki taraflı anlaşmaları kabul etmek zorunda kaldılar. Bu ikili anlaşmalar, batılılara İmparatorlukta tanınan haklar karşılığında Osmanlı tebaasının Avrupa’da aynı haklarla ticaret yapabileceği şeklindeki bir mütekabiliyetin kabul edilmesi demekti. Aynı anlaşmalarla yabancı elçilerin kendi uyruklarından olan topluluklar içindeki ticari işleri yönetme ve hukuki sorunları halletme hakkının kapsamı genişletilerek, bazı ülkelerin uyruklarına Osmanlı kanunlarına tabi olmama hakkı tanınmıştır. Böylece Avrupa devletlerinin elçilerine hükümranlık hakları veren ve kendi ülkelerinin pasaportlarını taşıyanları himaye etmelerini mümkün kılan bir sistem oluşturuldu. Bu sistem, Osmanlı Devleti’nin meşruluğunu yıkma tehlikesi taşıyan, siyasi otoritenin erişemeyeceği bir konumda bulunan gerçek veya sonradan edinilmiş milli kimlikler yaratan, patlamaya hazır bir durum yarattı. Himaye altındaki gruplar yerli halkın elde etmeyi umamayacağı ayrıcalıklardan ve muafiyetlerden yararlandığı içindir ki Osmanlı kanunlarına tabi olmamaları kapatılmayacak bir toplumsal uçurum oluşturdu[9]. 

Bir yandan Osmanlı Devleti’nin gittikçe zayıflaması, öte yandan Avrupa kamuoyunun padişahı ve onun kanunlarını mutlakıyetçe bir zorbalık örneği olarak görmeye başlaması sonucu, Avrupa ülkelerinin elçileri İmparatorluğun Hristiyan uyruklarına korunmalı statü vermekte daha cömert davranır oldular. 

Batı’yla yapılan ticaret artınca Avrupalılar ticari işlemlerin düzen içinde yürütülmesine elverecek kurumsal bağlamı sağlamaya çalıştılar. Onlara göre temel bir şart sözleşmelerin uygulanmasını mümkün kılacak hukuki bir yapının tesis edilmesiydi. Bunun iki yolu vardı; ya toplum iki ayrı parça halinde yönetilecek ve bu parçalardan biri Osmanlı müdahalesi dışında kalacaktı- ayrıcalıklar vererek Osmanlı kanunlarından muafiyet kazandıran sistemin mantığı buydu- ya da hukuki-kurumsal yapıyı toptan değiştirecek reformlar yapılacaktı. Birinciyle beraber ikinci yolu kabul ettirme çabaları da etkin biçimde yürütüldü ve bu çabalar Tanzimat hareketiyle doruğuna ulaştı. 1839, 1856 ve 1867’de saray bazı yurttaş haklarını, ibadet özgürlüğünü, özel mülkiyetin bir ölçüde dokunulmazlığını ve yabancıların mülk sahibi olması hakkını tanımaya hazır olduğunu ilan etmek zorunda bırakıldı. Yine de ticaret geliştikçe Avrupa pazarları ile yerli üreticiler arasında başlıca bağı kuran Hristiyan ve Levanten nüfus oldu. Avrupa şirketlerinin liman şehirlerinde açılan acenteleri, aracı olarak gayrimüslim Osmanlı uyruklarını çalıştırdılar. Bu işleyiş biçimi Müslüman tacirleri giderek saf dışı etti. Avrupalı tüccarlar Hristiyanlarla iş yapmayı tercih ettikleri gibi, yabancı pasaport taşıyan Hristiyanların konsolosluk hukuk sistemi çerçevesinde dava edilebileceğini de biliyorlardı. Ödünç para piyasasında da benzer bir seçme süreci işletilmekteydi. İltizam sisteminde dolaşan büyük paralar, çoğu zaman ya doğrudan yabancıların kontrolündeki bankalarla ya da topluca Galata bankerleri adıyla bilinen İstanbullu zengin sarraflarla ilişkiliydi. Bu durumda da hem özel duygular hem de nesnel şartlar, sermaye ile fiili üreticiler arasındaki bağlantıların gayrimüslimler yoluyla kurulması sonucunu veriyordu[10]. 

Durum böyle olunca 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’na gelen yabancıların, Müslümanların ticari zihniyetten yoksun olup, yalnızca toprak işlemeye yatkın oldukları, Rumların ve Ermenilerin ise çalışkan ve ileri görüşlü oldukları yolundaki izlenimlerine şaşmamak gerek. 19. yüzyıla gelindiğinde. İmparatorluğun gayrimüslim nüfusunun bir bölümü, köylü üreticiler ile yabancı sermaye arasındaki bağlantıyı kuran bir komprador sınıfına dönüşmüştü. Ayanın yenilgisi ile toprak sahibi bir oligarşinin doğması önlenmişti; bürokrasi ise merkezi otoritenin yeniden tesis edilmesi öncesindeki döneme gere daha etkindi. Bu yüzden 19. Yüzyıldaki sınıf yapısının bağımsız köylü üreticiler ile bürokrat sınıftan oluşan klasik bir tarımsal imparatorluğun dünya ekonomisiyle bütünleşmesi sonucu ortaya çıktığı söylenebilir. İktisadi bütünleşmenin gerçekleşmesini sağlayan mekanizmaları işletenler ise çoğunlukla imparatorluğun gayrimüslim nüfusuydu. Böylece din ve etnik öğeler sınıf farklılaşmasını örtecek işlev kazanıyordu. Bu nedenle sınıf oluşumu siyasi ve ideolojik belirlemelerin iktisadi zeminle kesiştiği karmaşık bir süreç içinde gerçekleşti. Bu süreç içinde imparatorluğun son yılındaki sınıf haritası köylüler, bürokratlar ve kompradorlar arasındaki etkileşimle çizilmiştir[11].

 



[1] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, Çev. Sabri Tekay, İletişim Yay, İstanbul 1989, s.15.

[2] Keyder, age., s.16.

[3] Keyder, age., s.16.

[4] Keyder , age., s.16-17.

[5] Keyder, age., s.17.

[6] Keyder, age., s.18.

[7] Keyder, age., s.18.

[8] Keyder, age., s.19.

[9] Keyder, age., s.23.

[10] Keyder, age., s.24.

[11] Keyder, age., s.24-25.

Yorum Gönder

Daha yeniDaha eski